Neden Tarsus ?
TARSUS: Tarsos / Tarsós / Tr̥sós (Baal Tarz) / Tersîs / Tarsûs /
Tarasus / Terasus / Tarsa / Tarsu / Tar-şa (Uru -Tar - Sa) /
Tarse / Tarzi (Tarzu) / Tarasis / Tharsis / Tarzı / Tarz (Tepei) /
Tarsi / Tarhunda / Tarhunt / Efsus / Arsus / Tersîs / Tarsis /
Tarhon / Tarkon / Tersi / Tersein (Tarsein) / Tepikon / Aratos /
Aratus / Parthenia / Kizzuwatna / Iuliopolis /Andrasos / vd.
Tarihsel bir sıralamaya tabi tutulmadan bir araya getirilmiş bu harf kümeleri bugüne kadar - başta Tarsus Gözlükule Höyüğü olmak üzere- Tarsus ve çevresinde yapılmış ve halen de sürdürülmekte olan arkeolojik kazılardan elde edilen bulgular ile bunlar üzerinden arkeologlar, araştırmacılar, tarihçiler, yazarlar, siyaset ve kültür bilimcileri tarafından kaleme alınmış tarihçe, tarih ya da felsefi metinlerden derlenmiş tarihsel Tarsus'un gelmiş geçmiş isimlerinden yalnızca bazıları...
Üzerinde çok sayıda tarihçe yazılmış olan fakat bilimsel anlamda henüz keşfi tamamlanmamış Tarsus'un tarihi, yazılı kaynaklarda geçen tarihlemelerden çok daha uzun bir geçmişe dayandığı (yaklaşık olarak 10.000 -12.000 yıl kadar) düşünülebilir. Çünkü Tarsus yalnızca Tarsus'tan ibaret olmadığı gibi merkezinde yer aldığı Çukurova Bölgesi'nin de içinde bulunduğu büyük tarihsel kültürel uygarlık katmanlarından ayrı düşünülemeyecek kadar engin, yoğun ve tarihsel bir geçmiş birikimine sahip...
Yazının keşfinin günümüzden 5.000-5.500 yıl öncesinde gerçekleştiği hatırlandığında böylesi bir tarihlemenin nasıl bir tarihsel zeminde durduğu elbette yine de zorlu ve dikkatli bir tartışma alanı olarak önümüzde duruyor. Buna insanlığın genetik yaşının 1.500.000 yıla kadar indiği bilgisi de eklendiğinde karşımıza henüz büyük bir bilinmezlikler tarihi çıkacaktır. İlk tarihsel insanın 300.000 yıl kadar önceleri Afrika'da Homo Sapiens'le başlayıp, 5.000 yıl öncesinde çivi yazısı ile tarih yazımının başlangıcına kadar inen (bir başka deyişle bilinebilir Orta Paleolitik - Eski Taş Devri) dünya tarihinin başlangıcına kadar uzayan süreyi kapsayan uzun bir zamandan söz ediyoruz.
Etimolojik olarak bakıldığında başlıktaki bu isimlendirmelerin aslında Tarsus'un tarih boyunca doğudan batıya, kuzeyden güneye gerçekleşen toplumsal değişimlerin, siyasal, toplumsal, düşünsel, kültürel etkilerle binlerce yıllık bir birikimle ortaya çıktığı söylenebilir.
Böyle olduğu için de Tarsus'un neredeyse bütün insanlık tarihinin farklı kültürler ve dillerle yapılmış ortak simgesel uygarlık tarihçesiyle dünyanın her tarafında tanınıp bilinen dünya tarihinin en önemli ve kadim kentlerin başında geldiğini söylemek gerekiyor.
Burada altı özenle çizilmesi gereken asıl nokta ise; Tarsus'un ilk kuruluşundan itibaren kent olarak isminin neredeyse hemen hiç değişikliğe uğramadan günümüze kadar aynı değer ve anlamlarla gelebilmiş Yakın Ortadoğu, büyük Akdeniz havzası, Çukurova, Anadolu ve hatta bütün dünyanın en eski kültür birikimine sahip, kadim kentlerden biri olarak günümüze kadar gelmiş olmasıdır. Öyle ki dünyanın başka hiçbir kültürel tarihsel bölgesinde hiçbir kent tarihi boyunca bu kadar çok isim değişiklikliğine uğramamış fakat öte yandan da birbirine uzak ya da zıt kültürler olmalarına karşın yine de benzer kavramlar üzerinden kültürel bir isimlendirmeye tabi tutulmamıştır?
Belirli bir tarihsel akış sırası gözetilmeden başlıkta yan yana getirilmiş olan ve bilinen en az 5.000 - 10.000 yıllık tarihsel isimlendirme katmanları bile; Tarsus'un taşıya geldiği kültürel önem ve tarihsel geçmişiyle ilgili oldukça önemli ipuçları vermektedir.
Kentin kendisi de dahil, farkında olunsun ya da olunmasın, Tarsus geçmişten bugüne oluşmuş karşılıkları günümüzde de bulunan ve zihni açık bir bakışla rahatlıkla gelecekte de sürecek olanı şimdiden öngörülebilecek bütün insanlığa ait kültür ve uygarlık geleneklerinin hem ürünü hem de üreticisi konumunda olduğu biliniyor artık.
Doğal olarak bu bağlamda bakıldığında toplumsal kültürel tecrübelere sahip olanakları alabildiğine yüksek "kültürel bir gelecek merkezi" olmaya aday bir kent örneği olarak karşımızda duruyor.
Kolayca anlaşılacağı üzere bu yazı bir tarihçe değildir. Fakat yine de hem bir tür "tarihçe" formatı taşımayan ama yeni bir kültürel uygarlık tarihçesi hem önümüzdeki süreçte hem Tarsus hem de içerisinde yer aldığı büyük kültürel coğrafi çember Çukurova - Yakın Ortadoğu ve Akdeniz bölgesine muhtemel bir gelecek ütopyası bağlamında zemin oluşturmaya yönelik ve alabildiğine eski yeni olanaklarla yüklü tarihsel, kültürel dayanaklara zorunlu bir işaret etme denemesidir.
William Shakespeare / Sir Gawain ve Yeşil Şövalye / John Milton /
Victor Hugo / Piri Reis / Evliya Çelebi / Sir William Ramsay /
Strabon / Homeros / Yaşar Kemal / Orhan Kemal / Amin Maalouf / Vd...
Ünlü İngiliz şair ve oyun yazarı William Shakespeare'in 5 perdelik oyunu Pericles, Hatay'ın merkez ilçesi Antakya'nın kurucu kralı olarak anılan Antiochus'un güzelliğiyle ünlü biricik kızına talip olmak üzere sarayına konuk gelen Sur (Tyre) Prensi Pericles'in (Pericles aslında kenti ziyaret sahnesiyle açılır.
O tarihlerde ismini kurucu kralından alan Antakya (Antioch) Suriye'nin oldukça güçlü, önemli, ünlü ve egemen bir kenti. Sur ise Doğu Akdeniz kıyısında bugünkü Lübnan'ın bulunduğu bölgede, Finike sınırları içerisinde yer alan küçük bir liman kentidir. Antakya Kralı Antiochus güzelliğiyle ünlü kızı ile evlenmek isteyen kral ve prenslere daha baştan tuzak sorular sorarak onları ölümle cezalandırmakta ve aslında kızını hiç kimselere vermek istememektedir. Sur Prensi Pericles de herkes gibi bunun farkına ancak Antiochus'un sarayında kralla görüşmesi sırasında anlayabilecek ve önüne konulan ölümcül cezadan kurtulmak amacıyla kendisine de sorulan sorunun cevabını biraz düşünmek istediği gerekçesiyle Antiochus’tan süre ve izin isteyip Sur'daki sarayına geri döner.
Dönüş yolunda ustaca planladığı gibi hiç zaman kaybetmeden küçük donanmasıyla o dönemin en güçlü ve güvenli bölgesi Kilikya'nın gözde başkenti olan ve o tarihlerde Akdeniz'in büyük bir limanı olarak anılan Tarsus limanına gelerek kentin valisine sığınır. Kent o dönemin en güçlü, görkemli ve her anlamda cazibesi yüksek ve yaşamıyla ünlü bir başkent olarak oyunun ilerleyen birçok
sahnesinde karşımıza çıkmaya devam edecektir. Oyun, ağırlıklı olarak Tarsus'un yanı sıra bölgede yer alan Antakya, Sur, Efes ile yine Doğu Akdeniz sahillerinde kurulu birbirine bağlı beş kentten oluşan Pentapolis kentlerinde geçer.
Efes dışında kalan sözü edilen diğer kentler, bilindiği üzere o dönem “Levant” adıyla anılan Doğu Akdeniz kıyılarından başlayıp, doğuda Mezopotamya, batıda Doğu Akdeniz, güneyde Arabistan çölleri ve kuzeyde ise günümüzde artık Çukurova diye anılan bölge ile Pamfilya (Antalya) ovasının Alanya tarafında yer alan kısmının da dahil edildiği Toros Dağlarıyla çevrili büyük bir tarihsel bölgede yer almaktadır.
(İslam Ansiklopedisinde yer alan bir rivayete göre, Hz. İsa bölgedeki birçok kente gizlice gitmiş ve bir süre de Sur kentinde kalmıştır. Ayrıca 12 havarisi kadar yakın olduğu ve güvendiği söylenen yol arkadaşı (elçi) Aziz Saint Pavlus’un Tarsus’ta bir kilise inşa ettirdiğinden söz edilmektedir.)
Tarihsel zaman M.Ö. 300'lü yıllar olup dönem Helenistik dönem ile Ortaçağ arası yeni bir siyasal kültürel geçiş süreci yaşamaktadır. Bölgede Hitit, Arap, Arami, Süryani, Ermeni, Asur, Yunan, Roma, Bizans vd. kültürlerle iç içe bir yaşam sürmektedir. Henüz bölgede sonradan Türk diye anılacak herhangi bir kavim ya yoktur ya da yeterince etkin değildir.
Bugünün Hatay'ı (Antakya), Tarsus ve Sur kentlerinin de içerisinde yer aldıkları bölgenin, bilinenin ötesinde çok daha öncesine dayanan uzun bir tarihinin olduğu (Şanlıurfa Göbeklitepe gibi -şimdilik- M.Ö. 10 -12.000'li yıllara kadar uzanabileceği) uzak bir olasılık olarak görülmektedir. Başlangıçta Levant adıyla tanımlanan, Akdeniz'in doğu sahilleri boyunca uzanan bu geniş bölge, Tarsus'un başkent ve merkez olarak yer aldığı Kilikya, bir tür kadim Ortadoğu ile günümüzün Çukurova Bölgesi'ni de içerisine alan geniş bir kültürel coğrafya konumundadır.
“Doğu, güneşin doğduğu yer, sabah ülkesi ya da toprakları” anlamlarını taşıyan Levant kavramı da zaten tam da bu tarihsel coğrafi konumlandırmadan gelmektedir.
Arkeologların ve tarihçilerin açıklamalarına göre Kilikya, Hititler döneminde Kizzuwatna olarak bilinmektedir. Asurlular zamanında ise bölgenin ovada kalan ve bugün günümüzde Çukurova olarak anılan bölümüne Que, Tarsus’un batı ve kuzey bölümlerine de Hilakku adı verilmiştir.
Homeros'un ünlü İlyada destanında bu bölgeden (Korint kralı Glaukos'un oğlu, Albert Camus'nün ünlü kitabına da ismini veren mitoloji kahramanı Sisyphos'un torunu) Bellerophontes'in yaşadığı “düzlük ova” olarak söz edilmektedir. İlyada'da ayrıca Kilikya bölgesinde yer alan kentlerden yine Tarzu (Tarsus), Ingira (Anchiale-Mersin), Danuna-Adana, Pahri (Mopsuestia-Misis), Kundu (Kyinda ve sonra Anavarza) ve Azatiwataya (Karatepe) olarak söz edilmektedir.
17. Yüzyılda ismi artık Çukurova olarak anılmaya başlayacak olan eski tarihsel Kilikya'nın başkenti Tarsus Antik çağda, Akdeniz kıyısında ismi Kydnos (Cydnus) olarak anılan Berdan Irmağı ile Akdeniz arasında doğal olarak oluşmuş Rhegma Gölü ile birlikte güvenli bir iç liman runumundadır. Kent yaşam, uygarlık, felsefe, kültür ve siyasi birikim olarak iddiaları olan ve gelişmiş kültürel uygarlıklara başkentlik yapmakta olan bir konumdadır.
Tarsus ismi bütün bu ayrıcalıklı yapısı ve tarihsel kültürel birikimleri nedeniyle 1350-1500 yılları arasında yazıldığı söylenen ünlü ortaçağ İngiliz destanı Sir Gawain ve Yeşil Şövalye'de de sıklıkla
sözü edilen tarihsel bir kent olarak geçmektedir.14.Yüzyıl sonlarında kimliği saptanamayan bir şair tarafından yazılan, Sir Gawain ve Yeşil Şövalye isimli destansı şiir, dolaylı da olsa her destan gibi dönemin tarihsel, kültürel yapısı ile ilgili önemli ipuçları vermektedir.
Kilikya'nın (Çukurova) başkenti Tarsus’tan, Shakespeare'den sonra dünyanın en önemli yazarlarından 17. Yüzyıl İngiliz şairi John Milton'un Kayıp Cennet (Adem ile Havva'nın Cennet'ten kovuluş öyküsü) isimli ünlü kitabında da yer alır.
Yine felsefi, siyasi, toplumsal ve kültürel olarak bölgedeki merkez konumu nedeniyle Tarsus, ünlü Fransız edebiyatçı Victor Hugo'nun Sefiller adlı romanında da kendisinden söz ettirir.
Hugo kitabında dikkat çekici bir biçimde Tarsus'u
- 7-8.000 yıllık bir tarihe sahip oldukları düşünülen ünlü Babil,
- Lübnan'ın Antik Finike ticaret limanı Biblos,
- Mezopotamya uygarlıklarının merkezi olmasıyla anılan, Asur kralı Asurbanipal'in; toplayıp koruma altına almış olduğu kil tabletleri bir araya getirerek kurmuş olduğu ve dünyanın ilk kütüphanesi olarak da kabul gören Ninova,
- Antik Mısır'ın önde gelen ve Mısır Uygarlığı'ın bütün tarihsel geleneklerini ve ideallerini kültüründe barındırdığı söylenen ve bütün Mısır krallıklarının başkenti (Yüz kapılı) Teb,
İtalya'nın yine ünlü Roma kenti kültürleriyle eş düzeyde tutarak Tarsus'un tarihsel, kültürel kapasitesinin altını özenle çizer. Kenti, şiirsel kültürel bir yolculukla, zamansal bir perspektif oluşturarak, ahlaki, manevi, epistemolojik yanlarından da övgüyle bahseder:
“Tarihin gölgeleri, artık ölüm sürecine geçmiş uygarlıkları bir bir örtüyor. Fakat bu uygarlıklar çöktüklerinde yine de hala suyun üzerindeydiler: Babil, Biblos, Ninova, Tarsus, Teb, Roma denilen o muazzam gemilerin, yüzyıllar süren dev dalgaların ardından, geçmiş denilen okyanusun dibini boylayışlarını ürküntüyle karışık bir şaşkınlıkla seyrediyoruz.”
Ünlü Osmanlı denizci, coğrafyacı ve haritacı Piri Reis'in Kitab-ı Bahriye isimli 4 ciltlik kitabında da Çukurova bölgesi ve Tarsus'la ilgili önemli bilgiler yer almaktadır:
“...Tarsus deniz kenarından üç mil kadar içeride ova üzerinde kurulmuş bir kasabadır. Önünden Tarsus Çayı akar. Burada bulunan gölün (Rhegma / Aynaz) içine sandallarla girerek 6 kulaç derinliğindeki suda demir atarlar.”
Çukurova bölgesini 1671 yılında gezdiği söylenen Evliya Çelebi ise yine hem Çukurova hem de Tarsus'la ilgili ünlü Seyahatname'sinde oldukça ayrıntılı bilgiler aktarır:
“... Tarsus kalesi bir düzlük üzerinde, denizden bir saat uzaklıkta, daire biçiminde olup Halife Mem'un yapısıdır. Çevresi oldukça geniş, iki kat ve sağlam bir kaledir. Çevresi tümüyle hendeklerle çevrilidir. Kalenin içinde üstü toprak damlı evlerle dolu üç mahalle vardır. Kalenin üç kapısı (batıda İskele, doğuda Adana, kuzeyde Bağ kapıları) vardır. Mevcut 15 cami içinde Eski Cami hicretten 300 yıl önce yapılmış, kiliseden bozma bir yapı idi. Giriş kapılarından birisinin iki yanında arslan, kaplan ve ejderha suretleri vardır ki, insan görünce korkar. Burada avının üzerine çökmüş bir doğan kabartması vardır ki sanki canlı gibidir. Bu garip acayip eserlerin tümü mermer taşından oyulmuştur. Yine bu kapının iki yanında beyaz mermer kitabeler içinde
renk renk kufi yazı ile Arapça ve Süryanice yazılmış görmeye değer yazılar vardır ki, insan hayran kalır. Tarsus'ta ayrıca 5 kilise, 6 medrese, 7 Hıristiyan sıbyan mektebi, 2 hamam, 2 han ve 317 dükkan vardır. İbrahim Halife Camisine bitişik 80 dükkan kagir bina kentin bedestenidir. Halkı Rum, Gürcü, Ermeni ve Türkmenlerden oluşmaktadır. Ayrıca Arap fellahları da vardır. Minareleri ise Arabistan tarzındadır.”
İsmi neredeyse Çukurova ile özdeşleşmiş olan Osmaniye ilçesinin Hemite köyü doğumlu çağdaş edebiyatçımız Yaşar Kemal de yine destansı başyapıtı İnce Memed romanında ve diğer birçok kitabında, içerisinde Tarsus'un da yer aldığı ve uzunca bir süre başkentlik yaptığı büyük kadim Çukurova'dan söz edilmektedir. Öyle ki, Yaşar Kemal'ın yazarlık tarihi neredeyse tümüyle kadim Çukurova efsanelerine, yaşayan çağdaş Çukurova mitolojilerine, Çukurova’nın toplumsal kültürel bölge insanları, doğası, sonsuz ovaları, tarlaları, kırları ve çiçekleri üzerine kurulmuş gibidir.
Bir başka Çukurovalı, Adana Ceyhan doğumlu, Orhan Kemal ise tarihsel Adana ve Çukurova'dan 1950'li yıllardan itibaren hızla kentleşip gelişen bölgeyi her anlamda modernleşerek sanayileşmeye evrilen dönüşümü ve toplumsal değişimiyle birlikte edebiyata taşır.
Annesi Türk olduğu söylenen Lübnan asıllı Fransız edebiyatçı ve düşünür Amin Maalouf da, Doğunun Limanları kitabında Adana’dan, Yüzüncü Ad-Baldassare’nin Yolculuğu isimli kitabında ise içerisinde Tarsus’un da yer aldığı bölge kentlerinde söz eder. Bu kentlerin yer yer birbiriyle iç içe geçmiş olan köklü tarihsel ve kültürel geçmişleri, birçok uygarlığın, dinlerin, farklı etnisitelerin, çok kültürlülük ortamında bir arada yaşamasının da tarihidir aynı zamanda. Başta Adana, Tarsus ve Antakya olmak üzere bölgedeki kültürel yaşam merkezi bu kentler dünyanın en eski yerleşim yerlerinden olup, farklı tarihsel ve kültürel birliktelikleri sayılamayacak kadar çok sayıda ve katman katmandır.
Maalouf, Afrikalı Leo ve Semerkant romanlarında da sık sık Türklerden, Türk coğrafyalarından ve Hatay'ın merkez ilçesi tarihsel Antakya, Adana, Tarsus ve Mersin'in yer aldığı Çukurova merkezli Doğu Akdeniz kültür tarihlerinden de sık sık notlar aktarır.
Bölge başta Mısır ve Lübnan olmak üzere bir zamanlar diğer kadim kültürlerin arkasından uzunca bir süre de Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altındaki Ortadoğu uluslarının yaşadıkları, kültürler, uygarlıklar kurdukları coğrafyalardır.
Hz. Adem Aleyhisselam'ın oğlu Şit Peygamber / Nuh Peygamber'in torunu Tarasis / Hitit Kralı Telepinus / Kizzuwatna Kralı İşputahşu / Asur kralları II. Salmanassar / V. Salmanassar / II. Sargon / Sanherip / Sardanapal / II. Babil Kralı Nebukadnesar / Kilikya Kralı Syennessis / Pers Kralları Kyros / Shapur / Makedonya Kralı Büyük İskender / Claudius / Çiçero / Roma İmparatorları Jül Sezar / Sezar'ın evlatlığı Octavianus / Hadrianus / Doğu Roma’nın ilk imparatoru Arcalius / Mısır Kraliçesi Kleopatra / Romalı komutan Antonius / Bizans İmparatorları 1. Justinianus / Marcus Aurelius / Diocletianus / Iulianus Apostata / Emevi Halifesi Muaviye / Abbasi Halifesi Me’mun (Harun Reşit) / Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa / Vd.
Ara başlığa aktarmış olduğumuz bütün bu tarihsel isimler topluluğu ise bir biçimde bir zamanlar -öyle ya da böyle- Tarsus için hayal kurmuş, tarih yazmış ya da güçlü bir orduya sahip olup da kenti ele geçirerek uzunca bir süre kenti yönetmiş, bununla da yetinmeyip tarihsel Tarsus'un yeniden imar edilip düzenlenmesi için kentin bir yerlerine “taş üstüne taş koydurmuş” imparator, kral, halife, ünlü komutan, yönetici, vali ve tarih yazıcılardan bazılarının isimleri...
Dünyanın en eski ve oldukça uzun bir tarihsel geçmişe sahip olduğu söylenen Tarsus neredeyse bütün tarihi boyunca -özellikle Batı kültürü kaynaklı antikite dönemi sürecinde- egemenlik alanı çatışmalarının merkezinde yer almış, dönemin iddialı güçlerinin gözünde önemini ve çekiciliğini hiçbir zaman kaybetmemiş, hem Anadolu'nun hem Ortadoğu bölgesi hem de dünyanın tanınıp bilinen birkaç tarihsel kentinden birisidir. Bölgede yer alan diğer bazı kentler ise Eriha / Filistin, Beyrut ve Biblos / Lübnan, Halep ve Şam / Suriye, Susa / İran, Faiyum ve İskenderiye / Mısır, Anadolu'daki başta Antakya, Anavarza, Urfa, Nemrut, Efes, Milet, Troya, Hattuşaş, Knidos, Olimpos, Sagalassos, Zeugma, Pamfilya, Konstantinopolis vd. tanınmış kentlerden bazılarıdır.
Görüleceği üzere bölgede bulunan bu kadim kentlerden çoğu da zaten yalnızca isimleri kalmış ya da isimleri sık sık değiştirilerek artık bambaşka bir kültürün sürdürücüsü kent ve bir yerleşim yeri olmaktan çıkarak tarih sahnesinden çoktan silinip gitmiş kentlerdir.
Fakat Tarsus 10-12.000 yıllık tarihi boyunca ismi hemen hemen hiç değişmeden ve neredeyse tarihteki kültürel yaşamsal konumunu koruyarak günümüzde de aynen devam etmektedir.
Bu bağlamlar üzerinden bakıldığında aslında Tarsus'un sahip olduğu en büyük ve en değerli kültürel birikimi ve muhtemel geleceği de tümüyle bu kültürel, tarihsel yaşam olarak görünmektedir.
MÖ. 312 - 64 yılına kadar Tarsus, Anadolu ve Mezopotamya kent krallıklarının yanı sıra Pers, Arap, Ptolemaos (Mısır), Seleukos, Yunan ve Romalılar arasında sık sık el değiştirmiştir. Kentin ilk valisinin ise ünlü Roma valisi Claudius olduğu söylenmektedir. Yine ayrıca tarihçi Strabon’nun da yazmış olduğu üzere ünlü Romalı hatip Çiçero'nun da MÖ. 50'li yıllarda Tarsus’ta eyalet valisi olarak görev yaptığı yazılı kaynaklarda yer almaktadır.
MÖ. 48 yılında Romalı ünlü komutan Iulius Caesar Tarsus’a gelerek halkın yoksulluğu ve sefaletine önemli ölçüde son vererek kentin yönetiminde bir dizi köklü düzenlemeler yapmıştır. Halkın imparatorun bu iyiliklerine karşın kendi aralarında Tarsus’a Iuliopolis ismini vererek Caesar’ı onurlandırdıkları söylenmektedir. Caesar’ın bir suikast sonucu ölümü üzerine yerine geçen Antonius da Tarsus’a gelerek imar çalışmalarıyla bizzat kendisi ilgilenip kentin hem imarı hem de kültürel olarak gelişmesini sağlama yönünde çalışmalar yapmıştır. Bu bağlamda dünyanın en eski kütüphanesi olarak bilinen Bergama Kütüphanesinde yer alan büyük kitap birikiminin tümünü Tarsus’a taşıtarak büyük bir kütüphane kurup kentin bölgesel bir felsefe, kültür ve eğitim merkezi
olmasının önünü açmıştır. Kısa zamanda hem askeri, hem imar yoluyla kentin yeniden düzenlenmesi ve ekonomisinin geliştirilmesinin yanı sıra felsefi bilgi, kültür, eğitim ve yaşam olarak da gelişip zenginleşmesi sağlanmıştır. Böylece o süreçte Tarsus bütün dünyanın ilgisini
çekmekte gecikmeyecektir.
MS. 5. Yüzyıla kadar batılı Yunan, Roma, Bizans imparatorlukları ile Doğulu Hitit, Asur, Babil, Urartu, Pers, Arap, Selçuklu ve Anadolu kökenli Karamanoğulları, Ramazanoğulları, Dulkadiroğulları ve Osmanoğulları vd. beylikler ile sonradan tümüyle Anadolu'yu kontrol altına alan Osmanlı İmparatorluğu vb. kültürler ve uygarlıklar arasında kentin egemenliği yüzlerce yıl el değiştirerek sürmüş, 7. Yüzyıl’dan itibaren Bizans İmparatorluğu ile Persler ve Araplar arasında yaşanan savaşların ana nedeni olmayı sürdürmüştür.
Tarsus'un bütün dünyayı etkileyen karmaşık kadim tarihi; Nuh Peygamber'in torunu Tarasis, Hitit Kralı Telepinus, Kizzuwatna Kralı İşputahşu, Asur kralları II. Salmanassar, V. Salmanassar, II. Sargon, Sanherip ve Sardanapal, Kilikya Kralı Syennessis, Pers Kralları Kyros ve Shapur, Makedonya Kralı Büyük İskender, Roma İmparatoru Jül Sezar, Jül Sezar'ın evlatlığı olan İmparator Octavianus, Hadrianus, Doğu Roma’nın ilk imparatoru olduğu söylenen Arcadius, Mısır Kraliçesi Kleopatra, yine Romalı ünlü komutan Antonius, Bizans İmparatorları 1. Justiniaus ve Marcus Aurelius, Diocletianus, Iulianus Apostata ve daha isimleri kayıtlara geçmediği düşünülen birçok kral, imparator, komutan ve yöneticilerin de tarihidir. Pers ordularıyla savaşırken ölen Bizans imparatoru Iulianus Apostata'nın kendi isteği üzerine Tarsus’a gömüldüğü ve mezarının da orada olduğu yazılmaktadır.
Yine bazı kaynaklara göre II. Babil Kralı Nebukadnesar (MÖ. 605-562) zamanında yaşadığı söylenen Danyal Peygamber'in Tarsus'ta yaşanan büyük bir kıtlık üzerine kente davet edildiği, gelmesiyle birlikte de kentin büyük bir bolluk ve berekete kavuştuğu inancı halk arasında oldukça yaygındır. Danyal Peygamber sonradan Babil'e geri dönmemesi için ikna edilerek Tarsus'ta kalacak; öldükten sonra da Tarsus'a gömülecektir. Mezarı halen Tarsus'ta olup sonradan onun anısına mezarın etrafına Makam Camisi inşa edilmiştir.
Kent MS. 6. Yüzyılda Emevi Halifesi Muaviye, 8. Yüzyılda Abbasi Halifesi Memun (Harun Reşit), tarafından fethedilmiş, Pozantı’daki savaşta Halife Me'mun ölmüş ve o da Tarsus’a gömülmüştür.
Tarsus ayrıca Hz. Adem ve Havva'nın beşinci çocukları olan Hz. Şit'in, ünlü tıp bilgini Lokman Hekim'in mezarlarını da bünyesinde bulundurmaktadır.
Tarsus, Anadolu Selçuklu Devleti, Haçlı seferleri ve Memluklular zamanında meydana gelen el değiştirmelerin uzaması, şiddetinin artması nedeniyle eski siyasi, ekonomik ve ticari üstünlüğünü bir süre kaybetmiştir. Kent, 13. Yüzyıldan itibaren,Karamanoğulları, Ramazanoğulları ve Dulkadiroğulları Beylikleri yönetimine geçmiş, 1517 yılından sonra da tamamıyla Osmanlı İmparatorluğu topraklarına katılmıştır.
19. Yüzyılın ilk yarısında, Kavalalı İbrahim Paşa, 1831'de bütün Suriye'yi denetimi altına alarak Kütahya'ya kadar ilerler. 1833 tarihinde yapılan Kütahya Antlaşmasıyla Osmanlı, Suriye, Filistin ve Çukurova'yı Mısır'a bırakır. İbrahim Paşa da Suriye Genel Valisi olur. Fakat bir süre sonra Osmanlılar, 1839'da Mısır'a savaş açtıysa da Osmanlı ordusu Nizip Muharebe'sinde bozguna uğrar.
İbrahim Paşa, Mısır yönetiminin babadan oğula geçmesi karşılığında; Suriye ve Çukurova'dan 1840 tarihli Londra Antlaşmasıyla vazgeçer.
Kent, daha sonra yeniden Osmanlı yönetimine girerek Adana vilayetine bağlanacak ve bu durum, Cumhuriyet dönemine kadar devam edecektir. 1918 yılında ise birçok imparatorluk toprağı
emperyalistler tarafından işgal edilecek ve Fransızların payına da Tarsus, Antep, Maraş ve Çukurova düşecektir.
Milli Kurtuluş Savaşı sürerken 1921 yılında Fransızlarla yapılan Ankara Antlaşması sonucu, 27 Aralık 1921 tarihinde de bölge işgalden kurtulacaktır.
Tarsos / Tarsós'dan... Terasus / Tarsus'a:
Fakat yine de Çukurova'nın (Kilikya), hatta Ortadoğu bölgesinin en eski yerleşim merkezlerinin başında gelen Tarsus'un ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu kesin olarak bilinmemektedir. Bu konuda farklı görüşler mitler ve anlatılar söz konusu. Doğu - Batı arasındaki en eski alışveriş bağlantısı, tarihsel İpek Yolu güzergahı ve birçok bakımdan stratejik pozisyonda bulunması nedeniyle Tarsus daha kurulduğu ilk günden itibaren güçlü uygarlıkların iştahını kabartmış tarihsel bir kent konumunda. Bu nedenle de her tarihsel sıçrama aşamasında çevre coğrafyalarda yer alan büyük güçlerin istilasına ve tahribatlarına maruz kalıp yeniden imar edilmiş kültürel katmanlara sahiptir. 19. Yüzyıl'ın ikinci yarısına kadar kentin, sayısız defa yıkıma uğrayıp yeniden imar edildiği, yapılan kazılardan da anlaşılmaktadır.
Birçok yazılı kaynakta dünyanın en eski tarihi kentleri olarak Filistin'de Jericho, Lübnan'da Beyrut ve Byblos (Biblos), İran'da Susa, Suriye'de Şam ve Halep ve Türkiye'de Gaziantep olarak kabul görse de yakın zamanda keşfedilen Urfa Göbeklitepe (M.Ö. 10.000) hem arkeolojik buluntular, hem Neolitik dönemde ilk yerleşik tapınak kalıntılarına ait bilgilere ulaşılması bütün bu değerlendirmeleri neredeyse boşlukta bırakacak gibi görünüyor.
Yine bazı yazılı kaynaklara göre Troya (Truva) (M.Ö. 3.500-2.300) çok sayıda farklı kültürel katmandan ve 9 ayrı kent uygarlığının birbirinin üstüne kurulu olduğu ortaya çıktığı gibi Filistin'deki Jericho'da da yer altında üst üste toplam 20 yerleşim tabakası keşfedildiği söyleniyor.
İnsanlık tarihini bilen birileri dört kadim dinin doğduğu Ortadoğu / Mezopotamya bölgesinin iklimi, stratejik konumu, tarıma elverişli ve bereketli topraklarının, kent devletlerinin kendi aralarında egemenlik savaşı vermelerinin asıl nedeni olduğunu kolayca anlayabilecektir.
Konunun uzmanları tarafından öne sürülen öngörülere göre yaklaşık olarak 10.000-12.000 yıllık geçmişiyle birçok uygarlığa ev sahipliği yapmakla kalmayıp hem yeni yeni uygarlık iddialarının öne sürüldüğü ve üretilmiş olduğu saptanan Tarsus’un adının nereden geldiği ve kuruluşu hakkında,
mitolojik, sözlü ya da yazılı kaynaklarda pek çok iddia metin söz konusudur. Bu anlatıların çoğu tarihsel bir gerçeklik olarak kabul edilmekle birlikte yine benzer birçok tarihsel kent gibi efsane olarak kabul görmekte ve bu durum bizi antik çağ mitolojilerinden Yakın Ortadoğu mitolojilerine kadar götürmektedir. Bazı eski yeni yazılı kaynaklar Tarsus isminin ilk kez MÖ. 3.000'li yıllara kadar inen Hitit kültürü metinlerinde Tar-şa (Uru -Tar - Sa) biçiminde geçtiğini belirtmektedirler. Bu kaynaklar Tar-şa isminin büyük bir olasılıkla tüm Çukurova'yı da içine alan ve Kuzey Mezopotamya'daki Hurrilerin kurduğu Kizuvatna krallığının önemli bir merkezi olduğunu ve MÖ.
5 ve 4. yüzyıllara kadar da kentin gerek kültürel gerekse etimolojik olarak esasen bir Doğu devleti özelliği taşıdığını belirtmektedirler.
Asur tabletlerine göre de Tarsus, Que Krallığı’nın başkenti olup M.Ö. 1000'li yıllarda Cilicia (Kilikya) ovası (Çukurova) ile ovanın kuzeyinde yer alan dağlık bölgeleri (Toros dağları) kapsamaktadır. Yeni keşfedilen Babil Krallığı belgelerinde ise bölgedeki krallıktan Adanawa olarak söz edilmektedir. Adanawa, günümüzde Çukuova'ın en büyük ve önemli tarım ve sanayi kenti olarak kabul edilen günümüzün modern Adana'sından başkası değildir.
Tarsus, adı Yunan Mitolojisi'inde, Pegasus (kanatlı at) ve ünlü mitolojik kral Sisyphos'un torunu, Korint Kralı Glaukos'un oğlu Bellerophontes'ten aldığı söylenmektedir. Bilindiği üzere
Bellerophontes üzerinden hiç inmediği ve kahramanlığını borçlu olduğu mitolojik (Kanatlı At) Pegasus ile Kilikya Ovası'ndan geçerken bugünkü Tarsus'un bulunduğu yerde atından düşüp ayağı sakatlanmış ve bu yüzden de uzunca bir süre Tarsus’ta yaşamak zorunda kalmış ve o nedenle de kente Latince ayak tabanı anlamına gelen Tarsos adı verilmiş.
Homeros'un ünlü İlyada destanında da sözü edilen bir başka anlatıya göre ise Bellerophontes bir aile geleneği olarak tıpkı dedesi kral Sisyphos gibi Tanrı Zeus'a karşı gelerek onu bir ara aşırı öfkelendirmiş, Zeus da bunun üzerine kendisini gökten o dönemde ismi “Aleian düzlüğü” olarak anılan Tarsus ovasına fırlatıp atmış, ayağı da o yüzden kırılmış...
Tarsus'un kuruluşuyla ilgili bir başka anlatı ise şöyledir: Antik çağlarda birçok benzer bölgede olduğu gibi Tarsus Çayı / Berdan Irmağı’na da, yerli Kilikya halkı Kydnos (Cydnus) (Irmak Tanrısı) adını vermiştir. Azra Erhat'ın Mitoloji Sözlüğü kitabında Kydnos şöyle anlatılmaktadır:
“Kydnos: Kilikya'da bugün Tarsus Çayı diye anılan ırmağın tanrısı. Ana tarafından (Uranüs / Gök ile Gaia / Yer'in oğlu) Iapetos'un torunu sayılır. Kydnos'un, Parthenios (Sular Tanrısı) adlı bir oğlu varmış. Kydnos Irmağı'nın denize döküldüğü yerde bir şehir kurup ona Parthenia adını vermişler.”
Bir başka anlatı ise Tarsus adının tarihin ilk yazılı metni ünlü Gılgamış Destanı'nda sözü edilen kadim Nuh Tufanı'ndan sonra suların çekilip de toprağın ilk göründüğü yer anlamına gelen Tersein (kurutmak / tersine döndürmek ) kavramından ileri geldiği yönündedir.
Bir başka mitolojik Antik Yunan efsanesine göre ise, Tarsus'un asıl kurucusu Perseus'dur. Mitolojinin kahramanlarından biri olan Perseus, Tarsus kentini Hititler döneminde ismi Andrasos olarak bilinen bir köyün üzerinde yeniden inşa etmiştir.
Bir başka anlatıya göre ise, Tarsus kentinin asıl kurucusu antik Yunan kültürünün Kilikya Tanrısı Sandon ile eşdeş tuttukları Herakles'ten başkası değildir. Gerçekten de Herakles'in temsili kabartma portreleri MÖ. 4. yüzyıla ait Tarsus sikkeleri üzerinde bazen Sandon bazen de Tr̥sós (Baal Tarz) olarak öne çıkmaktadır.
Tarsus ismi, Sokrates'in tanınmış öğrencilerinden Yunanlı filozof, yazar, tarihçi ve asker Ksenofon'un MÖ. 401 yılında kaleme almış olduğu Anabasis isimli kitabında da geçmekte ve kentin Kilikya Kralı Syennessis tarafından yönetim merkezi olarak kullanıldığı anlatılmaktadır.
MÖ. 8. ve 7. Yüzyıllarda Asur’lular Tarsus’u Tarzi (Tarzu) olarak isimlendirmişlerdir. Perslerin Tarsus’ta basılan sikkeleri üzerinde de Tarsus adına rastlanmaktadır. Tarsus “Miratüliber” adlı Arap tarihine göre ise, Nuh Peygamberin torunu Tarasis tarafından kurulmuştur. Kentin ismi önce Grekçe Tarsos, daha sonra Latince Tarsus olarak kullanılmıştır.
Antik çağ yazarlarından Abydenos ve Beresos'a göre ise Asur Kralı Sanherip, Tarsus'u MÖ. 696 yılında Babil kentini örnek alarak yeniden inşa ettirmiştir.
Antik çağa ait Yunan kaynaklarında da Tarsus ismi Tharsis, Tarz, Tarsi, Tarsos olarak geçmektedir.
Tarsus’un isminin Tevrat’ta Efsus, İncil’de Arsus olarak geçtiği de yazılmaktadır. İslam kaynaklarında ise Tarsus'un Hz. Adem Aleyhisselamın oğlu Şit Peygamber tarafından kurulduğu ve mezarının da halen Tarsus'ta olduğu yer aldığı yazılıdır.
Diyarbakırlı Ahmed Said Paşa'nın Mirat ül-iber, Mufassal Tarih-i Umumi isimli kitabında Tarsus'un Nuh Peygamberin torunu Tarasis tarafından kurulduğunu yazarken Evliya Çelebi ise ünlü Seyahatnâmesinde, Tarsus’un bir rivayete göre Hz. Nuh’un torunu Rum’un Tarsus isimli oğlu tarafından kurulduğunu yazmaktadır. 12. Yüzyıl sonu ve 13. Yüzyıl başlarında yaşamış Yunan asıllı gezgin, coğrafya ve tarih bilgini Yâkût el-Hamevî'nin kaleme almış olduğu Coğrafya Ansiklopedisi'nin Tarsus maddesinde de, Tarsus isminin Rum asıllı bir kelime olduğunu ve Tarsus şeklindeki söylemin aslının Terasus olduğunu belirterek Evliya Çelebi ile aynı görüşü paylaşmaktadır.
Arap ve Osmanlı kaynaklarında ise Tarsus ismi bazı belgelerde Tersîs bazılarında ise Tarsûs olarak anılmaktadır. Arap kaynaklarında ve doğu kökenli tarihçilerin kitaplarında da Tarsus'un ismi ile ilgili birçok açıklama yer almaktadır. İsmail Hakkı Bursevi'nin, Rûhu'l - Beyân fî Tefsîri'l - Kurân kitabında: “... O şehir Tarsus'tur. Cahiliye devrinde ise Efsus'tu." diye yazar.
Kimi Arap kaynakları ise Tarsus ismi Tarasus olarak da ifade edilmektedir. Yazarı bilinmeyen el yazması bir kitapta ise Tarsus anlatılırken; "... Ve bunun adı Tevrat'ta Efsus'tur ve İncil'de Arsus'tur. Ve Arap dilince Tarsus'tur." diye söz edilir.
Arnavut ve Türk Edebiyatı'nın önemli isimlerinden Türk Dili ve grameri üzerine büyük çalışmalar yapmış çevirmen, edebiyatçı, gazeteci ve aynı zamanda "ilk Tükçe roman yazarı" olarak da anılan Şemseddin Sami ise Tarsus kentinin aslında Finikeliler tarafından kurulduğunu belirtmektedir. (Günümüzde halen Finikelilerin aslında Yunan kökenli olduğu iddiaları da başka bir araştırma konusu olmayı sürdürmektedir.)
Bazı kaynaklar da Tarsus isminin, yine çok eski bir Kilikya tanrısı olan Tarhon ya da Tarkon'dan gelmiş olabileceğini ileri sürmektedirler. Bu kaynaklara göre bu isimlerin Asur dilinde Tarzı, Aramice'de Tarz, Grekçe'de Tersi (Tepikon) ve Latince de Tarsos olarak geçtiğinin düşünülmesinin daha doğru bir yaklaşım olacağı önerilebilir.
Tarsus'un bölgedeki kentlerden farkı uzunca bir süre tarihi Doğu Roma Bizans İmparatorluğu sınırları içerisinde Akdeniz'de işlek bir liman kenti ve Roma imparatorluğu yönetiminde olması nedeniyle öncesinde ya da sonrasında bölgedeki birçok kentten daha çok uygarlığa ev sahipliği yapmış olmasında yatmaktadır. Farklı zaman aralıklarında farklı kültürlerin birbirine etkisi kente büyük bir çekicilik, olgunluk ve kültürel birikim kazandırsa da çağımıza gelindiğinde tarih yazımında zaman zaman kültürler arası yaşanan o aşırı rekabet ile kültürel egemenlik stratejileri
nedeniyle bir dizi tarihsel sapmalar ve bilgi yanlışlıkları ortaya çıkacaktır ister istemez.
Yunanlı mitologlar ve tarih araştırmacıları bu nedenle Yunancada da yer alan Tarsos sözcüğüne atıfta bulunarak Tarsus'un Doğu - Batı merkezli tarihini çoğu zaman kendi ulusal mitolojik meselleri bağlamında okuma yolunu tercih edip bu tarihsel birikimin anlamını ve önemini önemli ölçüde daraltıp yer yer birbirine karıştırdıkları gerçeğinin altının çizilmesi gerekir.
Fakat yine de eksik ya da abartılı bulunabilecek olan bütün bu bilgiler de gösteriyor ki Tarsus çok çok eski zamanlardan beri bir yerleşim yeri olduğu anlaşılmakla birlikte aynı zamanda dünyanın hiçbir bölgesinde bulunmayan tipik bir ortak “insanlık kültü” kent kavramı olarak öne çıkmaktadır. Hem Yakın Doğu hem Mezopotamya hem de Güneydoğu Anadolu, Çukurova ve yakın Akdeniz kentlerinde yapılan arkeolojik kazılarda Neolitik döneme ait kalıntılar bulunmuş, fakat yine de Tarsus kentinin ne zaman ve nasıl kurulduğu konusunda farklı farklı görüşler günümüzde de halen devam etmektedir.
Bunun böyle olmasının nedenlerinin başında da Tarsus'un başta Hitit, Asur, Akad, Sümer, Babil, Pers, Arap, Mısır, Roma İmparatorluğu vd. olmak üzere farklı farklı kültüre ve dini inanışlara sahip devletler tarafından her işgal sonrası tarihinin de yeniden anlamlandırılması çabaları yatmaktadır. O nedenlerle de aslında Tarsus’un, belli bir tarihte belli kimseler tarafından kurulmayıp başlangıçta küçük bir yerleşim yeri iken daha sonraları yavaş yavaş ekonomik ve stratejik bir yerleşim yerine dönüşmüş olması nedeniyle bölgede sürekli ve hızla gelişen önemli bir cazibe merkezi halini almış olduğu görüşü öne çıkmaktadır.
Tarih boyunca Kizzuwatna, Que, Asur, Pers, Büyük İskender, Selevki, Mısır, Roma ve Sâsânî hâkimiyetinde kalan Tarsus, Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) döneminde Hz. İsa'ya çevresinde yer alan havarileri kadar yakın olan Saint Pavlus’un buralı olmasından dolayı da zamanla dini bir merkez özelliği de kazandığı bilinmektedir. Hristiyanlık dininin oldukça önemli rolü olan Bizans İmparatoru I. Justinianos’un (M.S. 527-565) imar ettirdiği Tarsus, İslâm Halifelerinden Hz. Ömer döneminde 637 yılında İslâm topraklarına katılmıştır. 1877’de Adana’nın Suriye'deki Halep vilayetinden ayrılması sonucunda Tarsus, Adana Vilayeti’nin Adana Sancağı’na bağlı bir kent merkezi haline gelmiş, Cumhuriyet döneminde Mersin (İçel) vilayet merkezi olunca da buraya bağlı bir ilçe merkezi olmuştur.
Bütün bu efsanevi ve tarihsel bilgilerden de anlaşılacağı üzere Tarsus, çok tanrılı ve tek tanrılı dinlerin yaşandığı, göçebe ve yerleşik hayatın birlikte sürdürüldüğü kültürleri, uygarlıkları, krallıkları ve ulus devletleri uzuncu bir süre üzerinde barındırmış, mitolojiler ve kültürel tarihi oluşmuş, nadir ve kadim bir kenttir. Dünyada hiçbir kent bu kadar çok ve birbirine zıt farklı kültürü tarihinde barındırmış ve yeniden üretebilmiş değildir.
Hangi siyasal ve kültürel dönüşümlerden geçerse geçsin ve adı ne olarak anılırsa anılsın başlangıçta çoğu kent devleti gibi bir kale-kent olarak kurulan Tarsus ilerleyen süreçlerde, kaleden dışarıya doğru taşıp genişlemiş ve insanlık tarihinin başında, önemli başkentlerden sayılan, alabildiğine zengin ve destansı bir tarihçeye sahiptir.
Bu bağlamda, hem bölgede hem Ortadoğu'da hem de Mezopotamya'da daha kuruluşundan itibaren adı ve yeri hemen hemen hiç değişikliğe uğramadan günümüze kadar ulaşan en eski yerleşim
yerlerinin başında gelmektedir. Henüz Keşfedildiği kadarıyla bilinebilir 8.000-10.000 yıllık geçmiş ve öngörülebilir 10.000 - 12. 000 tarihiyle -şimdilik- birçok uygarlığı hem biriktirmiş hem korumuş, hem yeniden üretmiş hem de farklı farklı kültürlere ev sahipliği yapmış olan Tarsus adının nereden geldiği konusunda birçok araştırma yapılmış ve halen de araştırmalar sürmektedir.
Yukarıda da sözü edildiği üzere Tarsus'un ismi ve kuruluşu hakkında yarı mitolojik, yarı tarihsel sözlü veya yazılı kaynaklarda çok çeşitli bilgiler var. Fakat bu anlatımların çoğu tarihsel bir gerçek olarak kabul edilmemekle birlikte bir kısmı efsane olarak kabul görmekte ve bu durum bile bizleri bir tür henüz "tarih" olamamış geçmişi olarak tarihsel mitolojik çağlara kadar götürmektedir.
Birçok yazılı kaynak Akdeniz'i bir iç deniz haline getirmiş olan Roma İmparatorluğu (Bizans) sınırları içerisinde yer alan Antalya'daki Karain Mağarası'nın 500.000 yıl kadar önceye giden bir geçmişe sahip olduğunu yazarlarken Tarsus'un ise çok daha sonraları yaşanacak olan Neolitik Çağ'da kurulduğundan söz ederler. Arkeolojik verilere göre henüz yeterince keşfedilmemiş olan Neolotik çağın ise bilineceği üzere yaklaşık olarak MÖ. 12.000'li yıllara kadar inen bir tarihlemeye sahip bilinmektedir.
Fakat öte yandan yine de Tarsus'un aslında kadim Mezopotamya ve bütün Ortadoğu ile birlikte henüz inilmemiş çok daha eskilere götürülmesi gereken tarihi tıpkı söz konusu tarihsel coğrafi ve kültürel bölgeler gibi araştırıldıkça çok daha eski çağlara doğru ineceği öngörülebilir.
Tarsus'un tarih boyunca her anlamda merkezinde durduğu Çukurova (Kilikya) ise son olarak Urfa'da keşfedilmiş olan Göbeklitepe höyüğünün ve daha birçok höyüğün yer aldığı güneydoğu Anadolu, Asur, Akad ve Sümer devletlerinin adlarının geçtiği kadim Mezopotamya hem coğrafi olarak hem de kültür ve tarih olarak birbiriyle iç içe geçmiş bir tarihsel bütün aslında.
Binlerce yıllık bir geçmişe sahip olan Tarsus tarihinde görkemli dönemler yaşayan, çeşitli uygarlıklara merkezlik yapan, bölgesinde bulunan bütün kentler gibi doğulu kervanların gelip geçtikleri çoklu İpek Yolu güzergahlarının bazılarının uğrak yeri ve ticaret merkezi olan kent, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, özellikle de XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren çok büyük bir ilerleme kaydederek tarım, hayvancılık ve ticaret alanlarında Osmanlı İmparatorluğu'nun en önemli kentlerinden birisi haline gelmiştir. Cumhuriyet’ten sonra da bu özelliğini geliştirerek devam ettirmiştir. Çukurova’da her türlü tarımın yapılıyor olması ve sanayinin ham maddesi olan ürünlerin çeşitliliği, bu bölgede sanayinin ve tarımsal üretimle birlikte birbirine bağlı gelişmesinde en önemli faktör olmuş. 1800'lü yılların ikinci yarısında, bölge potansiyelinin farkına varan uluslararası sermaye, pamuğun ilk işleme biçimi olan çırçır fabrikalarını faaliyete sokmakta gecikmeyecektir.
Aratos (Aratus) / Antipater / Poseidonius / Athenodorus /
Arhedemos / Nestor / Phutaides / Diogenes / Artemidoros /
Diodoros / Zenon / Khrysippos / Kleanthes / Seneca / Marcus Aurelius / Epiktetos / Gainus Musonius Rufus / Barnabas
St.Paulus (Aziz Saint Pavlus) / Lokman Hekim / Vd
Çoğunlukla Tarsus'un ismiyle birlikte anılan bu isimler ise özellikle Antik Yunan ve Roma İmparatorlukları dönemlerinde Tarsus’ta yaşamış, alanlarında çalışmalarda bulunmuş bu nedenle de hem Tarsus ve bölgede hem de dünyada siyasetin ve ekonominin yanı sıra bilim, felsefe, eğitim ve kültür alanlarında da her anlamda öncü bir merkez kent olarak öne çıkmasında rolleri olan kimlikler.
Bu bağlamda Tarsus bölgedeki diğer antik kentlerin yanı sıra ve yine bölgede ortaya çıkmış farklı kültürel kentlerden çok daha ileri bir düzeydedir. Bu öylesine belirleyici, yaratıcı ve ilham verici olanakları alabildiğine yüksek bir etkidir ki Tarsus’taki eğitim, kültür ve bilgi düzeyi o dönemin bu alanlarda ünlü Atina ve İskenderiye'de bulunan okulların ününe geçmiş, üniversitesi olan, kürsülerde dönemin ünlü filozoflarının ders verdikleri, bununla da yetinmeyip dışarıdan ders vermek için birçok düşünür ve filozofun kente davet edildiği cazibe merkezi bir kent haline dönüşmüştür.
Ünlü Antik Çağ Yunanlı tarihçi, coğrafyacı ve filozof Strabon’un yazdıklarına göre o dönemin “Tarsus Üniversitesi”nin kentin siyasi, felsefi ve kültür hayatı üzerinde büyük ve yönlendirici bir etkisi söz konusudur. İlk Roma İmparatoru Augustus döneminde Tarsus Üniversitesinin iki filozofu Athenodorus ve Nestor'un kentin politik önderliğini yaparak Tarsus’u dünyanın en dikkat çekici kenti haline getirdikleri söylenir.
Yine Roma İmparatoru Jül Sezar'ın yakın dostu ve ünlü komutanı, Mısır Kraliçesi Kleopatra'nın sevgilisi Marcus Antonius döneminde Bergama Kütüphanesinin Tarsus'a taşınmasının yanı sıra dünyadaki birçok bilim insanlarının yazdıkları kitapları toplatarak Tarsus'ta 200.000 ciltlik, dünyada eşi bulunmayan bir kütüphane oluşturulduğu, bununla da yine Tarsus'ta neredeyse bir felsefe kolonisi” oluşturup başta bölgedeki benzer Atina ve İskenderiye gruplaşmalarını derinden etkileyip yeni bir ortak çekim merkezi haline getirdikleri biliniyor.
Öte yandan Tarsus, aynı zamanda o dönemlerin Doğu ve Batı kültürlerinin uzunca bir süre iç içe geçip kesişerek birleştiği bir kent olup ünlü Stoa felsefesinin de o dönemdeki merkezi konumundadır. Erken ya da ilk dönem Stoa Okulu temsilcilerinden Zenon, Khrysippos, Kleanthes, Tarsuslu Zenon ve Antipater, geç dönem ya da Roma Stoası olarak da anılan Çiçero, Seneca, Marcus Aurelius, Epiktetos ve Gainus Musonius Rufus gibi isimler de uzunca bir süre Tarsus'un tarihsel geçmişinde iz bırakmışlardır.
Antik Yunan ve Roma dönemlerinde Tarsus’ta ki bu bilim çevresinin varlığını ve bilime katkılarını Nobel Kimya Ödülü ve Nobel Fizik Ödülü sahibi İngiliz bilim insanı Sir William Ramsay tarihin ilk “Üniversite”si olarak değerlendirir. Gerçekten de o dönem öncesinde ve sonrasında Tarsus’ta birçok felsefe akımıyla birlikte felsefi bilim ve bilimsel felsefi çabaları artmış ve bir çok filozof uzunca bir süre Tarsus'a yönelmiştir.
Gerçekten o dönemden öncesinde ve sonrasında Tarsus’ta bir çok felsefe akımıyla birlikte felsefi bilim ve bilimsel felsefi çabaları oluşmuş ve bir çok filozof ya Tarsus'ta yaşamayı seçmiş ya da bir biçimde bir süreliğine yönlerine ya da yollarını bölgeye çevirmişlerdir.
Tarsus, o dönemde antik dünyanın en önemli Stoa felsefesinin doğup geliştiği ve bir yaşam deneyi olarak gerçekleşme olanağı bulduğu önemli bir merkez konumundadır. Özellikle ünlü düşünürler Montaigne, Descartes ve Pascal'ın öncülük ettikleri Stoacı (doğayla iç içe yaşama ideolojisini benimsemiş olan) düşünce hem Roma döneminde hem de daha sonraları Tarsus'un sosyal ve siyasal hayatında da etkili olmaya devam ederek uzunca bir süre canlılığını korumayı başaracaktır.
Burada adından sık sık söz edilen ve MÖ. 64 – MS. 24 zaman aralığında Roma Cumhuriyeti döneminin Yunanlı tarihçi, coğrafyacı ve filozofu stoacı Strabon olgunluk yaşlarında yazdığı ve günümüzde kayıp olduğu söylenen Historika Hypomnemata (Tarihi Hatıralar) ve Geographika (Coğrafya) adlı yapıtlarının birçok bölümünde hem Tarsus'tan hem de Tarsus'taki stoacılar ile onların da merkezinde yer aldıkları siyaset, bilim, felsefe ve kültür yaşamı hakkında oldukça ayrıntılı bilgiler vermektedir. Strabon, birçok ünlü filozof, dil bilgini ve şairin o dönemde Tarsus'ta yaşadıklarını, onların kentin kültür hayatına olan etkilerini, her konuda büyük bir gelişme içindeki Tarsus'un bir bilim ve üniversite kenti olduğunu, halkın felsefeye ve diğer bilim dallarına büyük ilgi gösterdiğini ve yeni gelişmeleri öğrenmeye istekli olduğunu, Tarsus'un bu konuda zaman zaman İskenderiye ve Atina'dan bile çok çok önde bir yer edindiğini yazmaktadır.
NEDEN TARSUS? Sonuç Ya da Yepyeni Bir Başlangıç...
Tarsus Tarihsel ve Kültürel Olarak Bir zamanlar -her anlamda- Tam Merkezinde Yer Aldığı Çukurova Ve Yakın Ortadoğu Bölgeleriyle Birlikte Toplumsal ve Kültürel Bir Büyük Vaha Olarak Bilinen Akdeniz Bölgesi'nin Güneyinde Ve Kuzeyinde Yan Yana Dizili Ülke Sanat / Çağdaş Sanat Ve Kültürleriyle El Ele Olabilir Kurulabilir Bölgesel Geleceğini ArıyorAmerika'da New York Times gazetesinin 10 Temmuz 1910 tarihli nüshasında Tarsus ile ilgili olarak 9 Temmuz çıkışlı şöyle bir haber yayınlanmış:
“TARSUS ELEKTRİKLE AYDINLANDI.
Havari (Aziz) St. Paul'un doğduğu Küçük Asya'daki (Anadolu)Antik Kent (Tarsus) yeni uygarlığın gelişmişlik imkanlarıyla bağ kuruyor ve şimdi kendisinin üretmiş olduğu elektrik sistemiyle aydınlatılıyor artık.Amerika Birleşik Devletleri'nin Mersin konsolosu Edward I. Nathan'ın, (ABD) hükümetimize kentin aydınlatılmasıyla ilgili olarak iletmiş olduğu bir raporda, elektrik üretimi için gerekli doğal gücün Cydnus (Berdan) nehrinden alındığı bildiriliyor.Şu anda Tarsus sokaklarında 450 elektrikli sokak lambası ve kişilere ait özel ev ve kurumlarda kullanım için de yaklaşık olarak 600 akkor lamba yanıyor.Elektrikle aydınlatma sisteminin Adana ve Mersin'e kadar genişletilip yaygınlaştırılması bekleniyor.”
20. Yüzyıl başlarında bütün dünyaya ilan edilen Amerika kaynaklı hem Anadolu hem Çukurova ve hem de Tarsus'ta 1902 yılında çalışmalara başlanarak kurulan 2 kW gücündeki küçük bir su türbini ile gerçekleşen -“ilk”ler adına- bu alabildiğine değerli, tarihsel, simgesel bir haber formatındaki bilgiye Tarsus ile ilgili pek bilinmeyen başka yaygın önemli bilgiler de eklemekte fayda var.
Farklı kaynaklardan edinilen bilgilere göre Tarsus hem Çukurova hem de komşu Yakın Ortadoğu'da çok sayıda “ilk”lerin tarihine de sahip olan bir kent:
- Dünyanın ilk üniversitesi Antik Çağda Tarsus'ta kurulmuştur,
- Dünyada ilk kanalizasyon sistemi de M.Ö. 100 yılda yine Tarsus'ta kurulup kullanılmıştır,
- Tarsus, Türkiye'de tarımsal alanda ilk traktör kullanımının başladığı kent,
- Türkiye'de peygamber kabri (Danyal Peygamber) olan tek kent,
- Türkiye'de ilk yabancı okulun (Amerikan Koleji (1887)) kurulduğu kent,
- İlk Ticaret Odası'nın (1879) açıldığı kent,
- İlk hidroelektrik santralinin (1902) kurulduğu kent,
- İlk iplik fabrikasının (Mavromati ve Ortakları tarafından) kurulduğu (1887) kent,
- İlk planlı programlı ağaçlandırma çalışmasının (1939 Karabucak Ormanı) yapıldığı kent,
- Türkiye'de ilk konserve fabrikasının (Tarsus Konserve Osmanlı A.Ş.1920) kurulduğu öncü bir
kent konumunda.
Tam da bu büyük ve anlamlı bir tarihe evrilmiş fakat “kışkırtıcı” öncü girişimler ve bilgilerle birlikte simgesel ve düşünsel başka bir teşvik edici saptama yapmamıza izin verilirse altını çizerek şunu söylemek gerekiyor ki: bütün dünya ile birlikte içinden geçmiş olduğumuz özellikle de küresel
Coronovirüs salgınıyla birlikte yepyeni bir tarihsel sürece evrilmiş bulunduğumuzun altının çizilmesi gerekiyor. Bu süreç her ne kadar birbiriyle içi içe geçmiş, oldukça umutsuz ve karmaşıkmış gibi hissedilse ya da öyleymiş gibi düşünmeye yol açıyor olsa da bu kesinlikle tam bir kırılma noktası. Fakat bu kritik süreç yine de muhtemel vaatleri ve olanakları öylesine yüksek bir süreç ki, iki eşdeş rakamın (2020) mucizevi bir biçimde hem yan yana gelip birçok anlamda (siyasi, toplumsal, düşünsel, kültürel, ekonomik, bilimsel vb.) yaratıcı bir bütün oluşturduğu, hem de kendini yineleyerek bütün iyilik esenlik enerjileri yine boşa harcanacakmış gibi algılanabilecek bir “yeni yıl” olmaktan çok sanki her ne olursa olsun insana ısrarla umut edip hayal kurabilme cesareti de veriyor. Yani hem düne, hem bugüne hem de muhtemel yarına güçlü bir zihin ve sonsuz bir ufukla bakılabilirse işte o zaman yepyeni bir kavşakta duruyor olduğumuz hemen fark edilecektir.
Bazen “tarih”in sanki hiç yaşanmamış ya da hiçbir önemi yokmuş gibi kendisini geriye çektiği durağan zamanlar yaşanır ve yaratıcı kültür güçleri de dahil toplumda kültürel bir hareketsizlik eylemsizlik egemen olur. Konunun uzmanları muhtemel ki olanın ya da olmayanın pekala da yeterince farkındadırlar. Fakat eğer toplumsal değişim, dönüşüm ve gelişme için her anlamdaki teknik, teknolojik, ekonomik, toplumsal, siyasal, sanatsal, kültürel, entelektüel gelecek vizyonu yüksek gelişme dinamikleri henüz bu alabildiğine olanaklı durumun farkına yeterince varamadıklarında, varsalar dahi vizyonsuz ve umutsuz olunması nedeniyle kültürel eksiklik bazen yeterince fark edilemediği için durumun pek kolay değişmeyeceği sanılır ama sessizce geliyor olan
büyük değişim kendisini zorla dayatır ve öyle bir tarihsel an gelir ki tarih birden o sürecin en etkili, en yaratıcı ve kilit halkası olarak kendisini bütün değerleri, idealleri ve olanağı yüksek birikimleri ve güçlerini can havliyle öne sürer ki işte o sırada aslında zaten ne ve nasıl olması gerekiyorsa ihtiyaç duyulan asıl gerçeklik hareketlenmesi tam da bu süreçte ortaya çıkar ve birden bizlere yol göstermeye başlar.
Hele de tarih öncesi bir zamanla, destansı, mitolojik anlatı ve “tarih dışı bir tarih” söz konusuysa o tarihsel zamanın çoktan gelmiş olduğunun bilinciyle gereğinin yapılmasının zorunlu hale geldiği bir zaman aralığında durup etrafımıza bakınıp aranırken buluruz kendimizi.
Tarsus'un Türkiye'de ve bölgesinde günlük hayata sunulan ilk elektrik ışığının üretimi de dahil birçok ilklerin de tarihine sahip bir kent olduğunun altının belirtilmesi boşuna değil.
Bütün bu bağlamlardan bakıldığında ÇUKUROVA KÜLTÜR GİRİŞİMİ İNİSİYATİFİ ile yola çıkan ve sonradan ÇUKUROVA ÇAĞDAŞ SANAT KÜLTÜR VE EĞİTİM VAKFI'nı kurarak ULUSLARARASI ÇAĞDAŞ SANATLAR MÜZESİ gibi tarihsel kültürel bir ütopyayla tüm Anadolu'da ilk toplumsal kültürel ışığın büyük bir enerjiye dönüşeceği bir “aydınlanma” girişimi olarak yükseleceğini görebilmek hiç de zor olmasa gerek?
Her ne olursa olsun, ne düşünülürse düşünülsün Tarsus'un sahip olduğu uzun ve birikimli çoğul kültürlere açık tarihi üzerine tarihine yakışacak bir büyüklükle bütün o büyük tarihin geçmişindeki kültürlerin güncel temsilcileriyle bünyesinde yepyeni bir gelecek vahası kurmaya niyetlenmiş tek kent olması bile büyük bir çaba ve ütopya aslında.
Bütün bu nedenlerle bu yazının daha başından itibaren derinleşip genişleyerek -hatta belki tekrara düşmekten bile kaçınmayarak- gelen bu tarihsel geçmiş anlatısından sonra -hep olageldiği üzere- yeni ve zorunlu bir muhtemel gelecek öngörüsü çevresinde bir araya gelme niyetini ortaya koymak ve bu niyeti yaratıcı bir gelecek vizyonuna dönüştürmektir asıl amacımız.
Bu amaç ise TARSUS başta olmak üzere MERSİN / ADANA / HATAY / OSMANİYE / KAHRAMANMARAŞ vd. ile artık dünya vatandaşı olmuş ve yolu Tarsus'tan ve Çukurova bölgesinden geçmiş geçmemiş binlerce muhtemel gerçek insanı siyasal, toplumsal, kültürel kimliği bir araya getiriyor ve Tarsus, Çukurova, Yakın Ortadoğu ve bütün Akdeniz için olabilir bir kültürel gelecek arayışına çağırıyor...
Daha baştan tarihçe olmama yolunu benimsemiş bu tarihsel metinde, altın değerindeki kilit cümle; TARSUS, TARİHSEL VE KÜLTÜREL OLARAK MUHTEMEL GELECEĞİNİ ARIYOR!
Bunu yaparken de kendi tarihsel kültürel geçmişiyle, Türkiye'nin, Çukurova ile Yakın Ortadoğu ve Akdeniz bölgelerinin çağdaş kültürel, toplumsal, ekonomik ve siyasi birikimleriyle bağlantılar kurmanın öneminin farkına varabilen nadir dünya kentleri arasına katılmaya hazırlanıyor.
Şimdi artık 500.000 yıl öncesinin mağaralardaki tarihsel kaya resimlerinden günümüzün (İspanya'nın eski sanayi bölgesi günümüzün önde gelen kültür kenti Bilbao Guggenheim Müzesi, İngiltere'deki Tate Modern, Nimes'deki Carré d’Art - Çağdaş Sanat Müzesi, İtalya'da Venedik ve Birleşik Arap Emirlikleri Abu Dhabi'deki Guggenheim Müzeleri, Fransadaki Louvre ve yine Louvre Abu Dhabi, İtalya'da Floransa'daki Ufizzi Müzesi vd.) dünya modern ve çağdaş sanat müzelerinin hem kalıcı hem gezici hareketli sergi koridorlarına kültürel geçişler çağdayız artık.
Floransadaki Ufizzi müzesinin bulunduğu ve neredeyse yalnızca Asya'da gelen ticari mallar ile tıp
ilaç ve malzemeleri ticaretiyle uğraşan ünlü Medici ailesinin 400 yıllık tarihi aynı zamanda Floransanın ve ait oldukları İtalya'nın da, müzeye çevirdikleri merkezi iş yerlerinin de tarihidir ve bu bütün dünya için öngörüsü oldukça yüksek bir gelecek vizyonu örneğidir.
Yine tıpkı İtalya'nın Toscana bölgesinde yer alan Floransa kentinde olduğu gibi, aynı coğrafi ve kültürel olanaklara sahip olduğu düşünülmesi gereken Çukurova Bölgesi ile onun bir zamanlar (Kilikya) merkezinde yer alan tarihsel Tarsus, Mersin, Adana, Osmaniye, Antakya / Hatay ve Kahramanmaraş vd. küçüklü büyüklü yerleşim bölgeleri ile Selçuklular, Osmanlı İmparatorluğu ve imparatorluk öncesi beyliklerinin de tarihi olduğu kadar Türkiye'nin de tarihidir.
Sonuç olarak; olabilir bir ÇUKUROVA ÇAĞDAŞ SANATLAR MÜZESİ girişimiyle bölgenin eski kadim Doğu Roma İmparatorluğu'nun coğrafi kültürel kodlarıyla çevrili başta Çukurova Bölgesi ve Türkiye olmak üzere yakın coğrafyalarda yer alan Ortadoğu ve Yakın Asya (Suriye, Lübnan, Ürdün, Filistin, İsrail, İran, Irak, Suudi Arabistan, Yemen, Kuveyt, Umman, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Pakistan, Afganistan vd.), Akdeniz'in güney kıyısında yer alan (Mısır, Libya, Cezayir, Tunus, Fas vd.) ile yine Akdeniz’in kuzey kıyısına dizili (Portekiz, İspanya, Fransa, Monako, İtalya, Slovenya, Hırvatistan, Sırbistan, Karadağ, Kuzey Makedonya, Bosna-Hersek, Arnavutluk, Yunanistan, Malta, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, vd. ulus/ülke kültürlerine ait çağdaş sanatçıları, tasarımcıları ve gelecek vizyonerlerinin buluşacakları yeni bir kültürel yaşam kurma arzularını gerçekleştirecek ve bunları topluma sunma amacıyla müze bünyesine aktarabilecekleri bir kültürel havza olarak Çukurova'da Tarsus merkezli çok katmanlı kültürel tarihine adanmış bir tür armağan ve gelecek ütopyası abidesinin önünü açmayı amaçlıyor.
Çünkü; Tarsus da Çukurova da, Yakın Ortadoğu ve geniş Akdeniz Bölgesi de aynı zamanda geçmişlerinde barındırmış oldukları büyük tarihsel geleneksel ve günümüzün çağdaş birikimleriyle neredeyse bütün dünyanın ve insanlığın da kısa tarihi olduğu gibi muhtemel gelecek tarihi olmaya da aday görünüyor.
Yeni bir kültürel “günümüz kültü” oluşturma süreci içerisindeyiz ve bu kült tarihsel birikim üzerinden yükselen bugünün ve muhtemel gelecek formlarının, kültürlerin bir araya getirildiği, yeni ve çağdaş bir yaşam kuran müzeleşme fikirlerinin öne çıktığı ve gerçekleşme potansiyelinin ve mecburiyetinin oluştuğu bu süreçte yeni bir kültürel yaşam ve gelecek kurmak adına, bu vizyonda müzelere doğru bir evrimleşme içinde ilerliyoruz hızla.
Bu da ancak sahip olduğu kültürel birikimleri alabildiğine yüksek kültürel kucaklayıcı coğrafi çember kurarak ve merkezi bir alan oluşturulması ile mümkün görünüyor.
Önümüzdeki tarihsel sürecin önündeki asıl tarihsel kültürel soru şudur: Çukurova / Tarsus ya da adı geçen geniş coğrafi kültürel bölge, tıpkı binlerce on binlerce yıllık tarihinde barındırdığı yeni kültür hamleleri gibi kendi muhtemel geleceğine farklı bir çağdaşlaşma kültürü yatırım yapacak mıdır yoksa bu büyük hamleyi yapmakta gecikip tarihi uzaktan mı izlemeye mahkum bir “tarih dışı”lık haline mi evrilecektir?
Bu tarihi sorunun günümüzdeki cevabını ÇUKUROVA KÜLTÜR GİRİŞİMİ İNİSİYATİFİ'nin Tarsus'un yanı sıra Mersin, Adana, Osmaniye, Hatay /Antakya, Kahramanmaraş vd. bütün (Çukurova)yı da bir araya getirerek birlikte oluşturdukları ÇUKUROVA ÇAĞDAŞ SANAT
KÜLTÜR VE EĞİTİM VAKFI ve ÇUKUROVA ÇAĞDAŞ SANATLAR MÜZESİ bağlamıyla kurmaya hazırlanıyor!
15 Ekim 2023
Ekrem Kahraman